“Küçük kız neden öldü?”
"Why did that little girl die?
Katkılarından dolayı, / For their contributions,
Jacob & Wilhelm Grimm, Professor Jack Zipes, Professor Dee L. Ashliman,
Hande Özdilim, Ufuk Ülker Selin Yağmur Sönmez,
Domina Monriel,
Asena Keskinci, Aslı İtku, Arina Lanshchakova, Anna Lanshchakova, Buğra Cemre Ün, Cem Kenar, İldem Keskin,
Nazlı Görgün, Olesia Kovalchuk, Selin Celikdelen, Sinem Yeğenoğlu, Viktoriia Kanivets, Elma Akavcı’ya
Teşekkür ederim. Thank you.
“İnsan sesi aslen ve kaçınılmaz bir biçimde ilişkiseldir: ses titreşir, yayılır, iletişim kurar, kışkırtır; bedeni terk eder, başka bedenlere girer; bir araya getirir, ayırır; ahenkleştirir, travmatize eder; bedeni harekete geçirir, zihni düşlemeye sevk eder, havayı dalgalandırır.”1
Bir zamanlar, yüzlerini, etrafında toplanmış oldukları ateşin aydınlattığı, farklı kuşaktan insanların içlerinden olgunca birisi; sesin tılsımlı, bağ kuran, dayanışma duygusu yaratan bu etkilerini fark etmiş olacak ki, diğerlerine hikayeler anlatmaya başlamış. Ateşi; gecenin karanlığını aydınlatmak için mi, yırtıcı hayvanları uzaklaştırmak için mi, tanrılarına kurban töreni
için mi, yoksa ısınmak için mi yaktıkları meçhul. Anlatıcı belki de uzaklardan gelmiş bir yabancıdır; onlara yolculuğu sırasında karşılaştığı, başka başka halklardan dinlediği başlangıç hikayelerini ya da kendi başından geçenleri aktarmaktadır. Anlatılanlar, kulaktan kulağa yayılarak, insanın var olma sürecini biçimlerken, sadece gündelik hayatın gerektirdikleriyle değil, doğa üstü olayların getirdiklerine de mantıksal çözüm arayışının sonucu olarak gelişmiştir. İnsanların inançlarını ve edindikleri kültürel birikimlerini kalıcı hale getirmek ve devamlılığı sağlamak için yaptıkları tekrarlar da sözlü anlatım geleneğinin gelişmesini sağlamıştır.
için mi, yoksa ısınmak için mi yaktıkları meçhul. Anlatıcı belki de uzaklardan gelmiş bir yabancıdır; onlara yolculuğu sırasında karşılaştığı, başka başka halklardan dinlediği başlangıç hikayelerini ya da kendi başından geçenleri aktarmaktadır. Anlatılanlar, kulaktan kulağa yayılarak, insanın var olma sürecini biçimlerken, sadece gündelik hayatın gerektirdikleriyle değil, doğa üstü olayların getirdiklerine de mantıksal çözüm arayışının sonucu olarak gelişmiştir. İnsanların inançlarını ve edindikleri kültürel birikimlerini kalıcı hale getirmek ve devamlılığı sağlamak için yaptıkları tekrarlar da sözlü anlatım geleneğinin gelişmesini sağlamıştır.
Kağıda yazılmadan çok önce nesiller boyunca tekrar tekrar anlatılarak, sesle, nefesle günümüze ulaşan her masalın tadı kültüre, zamana ve anlatıcıya göre değişse de masalın özü aynı kalmıştır. Çünkü özünde; korku, cesaret, açgözlülük, cömertlik, zalimlik, şefkat, başarısızlık ve zafer gibi insanlık durumunun en temel unsurlarından söz ederler ve temaları geçmiş yüzyıllarda olduğu gibi şimdi de günceldir. O halde masallar iki düzeyde işler: Bir yandan, anlatıldıkları anın belirli ilgi alanlarını, kaygılarını, kültürlerini ve geleneklerini temsil ettikleri için anlıktırlar; öte yandan insan deneyimlerini o kadar kısa ve öz bir şekilde dile getirirler ki, her kuşak için anlam taşımaya devam ederler.
Carl Gustave Jung2’un kolektif bilinçdışı ve arketip kuramı, insanoğlunun birbirine zaman ve uzamın ötesinde, insanlığın
ortak ruhsal geçmişindeki arkaik unsurlarla bağlandığını öngörmektedir. Kolektif bilinçdışı kısaca, bilincin bastırılmış ya da unutulmuş özü olarak tanımlanabilir. Jung’a göre bilinçdışının yüzeysel katmanı kişiseldir ve Jung, bu katmana kişisel bilinçdışı adını vermiştir. Fakat bu katmanın altında çok daha derin bir başka katman vardır. Bu katman, kişisel deneyim ve edimlerden oluşmaz. Aksine tamamen kalıtsaldır ve Jung, bu katmanı kolektif bilinçdışı olarak tanımlar. Kolektif kelimesini seçmesinin nedeni bu katmanın bireysel değil evrensel özellikler taşımasıdır. Kişisel bilinçdışının yansımaları rüyalarda açığa çıkarken, kolektif bilinçdışının özellikleri de arketipler yoluyla mit, efsane ve masallarda açığa çıkar.
ortak ruhsal geçmişindeki arkaik unsurlarla bağlandığını öngörmektedir. Kolektif bilinçdışı kısaca, bilincin bastırılmış ya da unutulmuş özü olarak tanımlanabilir. Jung’a göre bilinçdışının yüzeysel katmanı kişiseldir ve Jung, bu katmana kişisel bilinçdışı adını vermiştir. Fakat bu katmanın altında çok daha derin bir başka katman vardır. Bu katman, kişisel deneyim ve edimlerden oluşmaz. Aksine tamamen kalıtsaldır ve Jung, bu katmanı kolektif bilinçdışı olarak tanımlar. Kolektif kelimesini seçmesinin nedeni bu katmanın bireysel değil evrensel özellikler taşımasıdır. Kişisel bilinçdışının yansımaları rüyalarda açığa çıkarken, kolektif bilinçdışının özellikleri de arketipler yoluyla mit, efsane ve masallarda açığa çıkar.
“Üçüncü Sayfa Masalları” hepimizin aşina olduğu masallarda kullanılan arketipsel motifler ve semboller üzerinden kendimizi anlamaya davet eder. Masallardaki patolojik unsurları mercek altına alan işlerde kaygı verici, sınır deneyimler üzerinden ortak benliğimizdeki karanlık yönleri keşfetmeye çalışır. İşler ters gitmeye başladığında verdiğimiz tepkiler, çoğu zaman kişiliğimizle ilgili en doğru referansları sunar. Bu tepkiler dürtüseldir ve muhtemelen korku anında atalarımızda benzer davranışları sergiliyordu.
Klein3 kötülük kavramının “Ölüm İçgüdüsünden” doğduğunu vurgulamış ve insanların dışarıdan gelebilecek her türlü tehlikeye karşı kötülük yapma eğiliminde olabileceğini söylemiştir. Klein’a göre insanın temel çekişmesi sevgi ve nefret, şefkat ve yıkım gibi duygular arasında gidip gelmesinden kaynaklanır. Dahası, Klein’ın, kötülüğün ve sadistçe duyguların herkesin içinde yattığını iddia etmesi bize masallarda iyi görünen karakterlerin bile karşısındakine kötülük yapmasının altında yatan dürtüyü göstermektedir.
Ursula K. Le Guin4 ise masallardaki kötülüğün, iyiliğe taban tabana zıt olarak değil, onunla ayrılmaz biçimde iç içe geçmiş biçimde ortaya çıktığını ifade eder. “Masalda doğru ve yanlış yoktur, belki de, “uygunluk” diyebileceğimiz farklı bir standart vardır. Hiçbir koşul altında yaşlı bir kadını fırına itmenin ahlaki olarak doğru ve etik açıdan erdemli olduğunu söyleyemeyiz. Ama masal koşullarında, arketiplerin dilinde, bunu yapmanın uygun olduğunu tereddüt etmeden söyleyebiliriz. Çünkü bu durumda ne cadı yaşlı bir kadındır ne de Gretel küçük bir kız. İkisi de ruhsal unsurlar, karmaşık bir ruhun öğeleridir. Gretel kadim çocuk ruhudur, masum, savunmasız; cadı ise kadim kocakarıdır, sahip olan yok edendir; size kurabiye veren ve sizi kurabiye gibi yemeden önce yok edilmesi gereken annedir, yok edilmelidir ki siz de büyüyüp anne olabilesiniz.”
Efsane ve mit gibi sözlü kültürün ürünü olan masal kahramanlarını, rafine edilmiş resimli kitaplardan, Disney’in çizgi filmlerinden, kahramanların oyuncaklarından hatta Hollywood sinemasından tanıyan bir kuşak masalların sadece sihirli, mutluluk veren ve ışıltılı bir dünyası olduğu yanılsamasına düşülebilir; fakat masalların aynı zamanda en derin endişelerimizi gün yüzüne çıkaran karanlık, dehşet verici, korku dolu bir tarafı da vardır.
“Üçüncü Sayfa Masalları” başlığı altında Labirent Sanat’ta biraraya getirdiğimiz işlerin oluşum süreci de Serhat Akavcı’nın masalların tehlikeli, tekinsiz diyarını keşfetmesi ve sorgulamasıyla başlar. “Kibritçi kız neden öldü?” masalı okuyan/dinleyen birinin dudaklarından dökülen bir soru öbeği olarak kalmadı, kalamazdı. Bugünün insanının belki de en büyük kusurlarından birisidir, kayıtsızlık: Şiddete, haksızlığa, yoksulluğa, her türlü adaletsizliğe, her türlü ayrımcılığa... Serginin alt metnini oluşturan düşünme, sorgulama sürecini başlatanda, Kibritçi Kızın bir kış akşamı, kalabalık bir caddede, kayıtsız bakışlar ardında, satmak zorunda olduğu kibritleri yakarak kendini ısıtma çabasına karşı trajik bir biçimde hipotermiden ölmesidir. Kayıtsızlığımız, ne yazık ki, “Kibritçi Kız”a bugünün caddelerinde de rastlama ihtimalimizi mümkün kılıyor.
Masallarda, her zaman belirsiz bir zamanda ve mekanda gerçek dışı insanların, canlıların başından geçen olağan dışı olayların anlatıldığı vurgulansa da özünde hayata dair benzerlikler kurmamak işten bile değildir. Shakespeare, Bir Yaz Gecesi Rüyası’nda “Ama onların öyküsünü bütün gece boyunca dinledikten sonra anlattıklarının büsbütün hayal mahsulü olduğunu düşünmek mümkün değil. Her ne kadar inanılmaz, tuhaf da olsa anlattıklarında ilginç bir içtenlik var.”5 ifadesindeki gerçeklik payına dair hissiyat Serhat Akavcı’nın işlerinin oluşmasına da kaynaklık etmiştir.
“Üçüncü Sayfa Masalları” sergisi, hemen hepimizin aşina olduğu ya da bildiği; Hansel ve Gretel, Pamuk Prenses, Kibritçi
Kız, Rapunzel, Bin Derili, Kırmızı Başlıklı Kız ve Sindirella masallarını Grimm Kardeşlerin 19. yüzyılın ilk yarısında masal anlatıcılarından derlediği, anlatının tüm katmanlarının yer aldığı dipnotlarla yayınladığı ve görece daha orijinal varyasyonlarıyla birlikte okuyucuya sunulduğu kitabı ölçü alınarak şekillendi. Bu tercihin sebebi, masallarda yıllar içinde gözlemlenen değişim ve dönüşümün izini, sergilenen işlere yansıtabilmek ve izleyiciye masalların anlatıla geldiği tarihleri arasında katmanlı bir okuma ve karşılaştırma imkanı sunabilmekti.
Kız, Rapunzel, Bin Derili, Kırmızı Başlıklı Kız ve Sindirella masallarını Grimm Kardeşlerin 19. yüzyılın ilk yarısında masal anlatıcılarından derlediği, anlatının tüm katmanlarının yer aldığı dipnotlarla yayınladığı ve görece daha orijinal varyasyonlarıyla birlikte okuyucuya sunulduğu kitabı ölçü alınarak şekillendi. Bu tercihin sebebi, masallarda yıllar içinde gözlemlenen değişim ve dönüşümün izini, sergilenen işlere yansıtabilmek ve izleyiciye masalların anlatıla geldiği tarihleri arasında katmanlı bir okuma ve karşılaştırma imkanı sunabilmekti.
Sergi adını gazetelerde okuduğumuz üçüncü sayfa haberleri ile masallardaki patolojik unsurların içeriksel benzerliğinden/ yakınlığından alıyor. Masallardaki zamanın ve mekanın belirsizliği, karakterlerin doğa üstü güçleri, görünüşleri, kahramanların anlatının içinde fiziksel özelliklerinin tüm yönleriyle verilmemesi, sihir, büyü gibi birçok unsur masalların gerçek yaşamla bağının olmadığı hissini yaratsa bile, anlatanın hayal gücünü besleyen kaynağın bu dünya olması bir noktada yakınlıklar kurmamızı kaçınılmaz hale getirir.
“Sound is intrinsically and unignorably relational: it emanates, propagates, communicates, vibrates, and agitates; it leaves a body and enters others; it binds and unhinges, harmonizes and traumatizes; it sends the body moving, the mind dreaming, the air oscillating.”1
Once upon a time, a mature person among people from different generations, whose faces were illuminated by the fire which they were gathered around, must have noticed the talismanic, bonding, and solidarity-creating effects of sound, and this person began to tell stories to others. It is unknown whether they lit the fire to illuminate the darkness of the night, to ward off predators, for a sacrifice to their gods, or just to keep warm. The narrator is perhaps a stranger from far away; and tells the origin stories heard from other people he encountered during his journey or his own experiences. While the stories spread from word of mouth and shaped the process of human existence, they developed because of the search for a logical solution not only to the demands of daily life but also to the supernatural events. The repetitions made by people to make their beliefs and cultural knowledge permanent and to ensure continuity also enabled the development of the oral narrative tradition.
Although the taste of each tale, which has been told through generations and reached today via sound and breath, long before it was put on paper, varies according to culture, time and narrator, the essence of the tale has remained constant. Because,
in essence, they speak of the most fundamental elements of the human condition, such as fear, courage, greed, generosity, cruelty, compassion, failure and victory, and their themes are as relevant now as they were in past centuries. Therefore, tales function on two levels: they are immediate as they represent the interests, concerns, cultures, and traditions of the time in which they are told, but they also express human experiences succinctly that they carry meaning for every generation.
in essence, they speak of the most fundamental elements of the human condition, such as fear, courage, greed, generosity, cruelty, compassion, failure and victory, and their themes are as relevant now as they were in past centuries. Therefore, tales function on two levels: they are immediate as they represent the interests, concerns, cultures, and traditions of the time in which they are told, but they also express human experiences succinctly that they carry meaning for every generation.
Carl Gustav Jung’s2 collective unconscious and archetype theory predicts that human beings are connected to each other beyond time and space, through archaic elements in their common spiritual past. The collective unconscious can be briefly defined as the repressed or forgotten essence of consciousness. According to Jung, the superficial layer of the unconscious is personal, and Jung called this layer the personal unconscious. But beneath this layer, there is a much deeper layer. This layer is not composed of personal experiences and actions; instead, it is entirely inherited, and Jung defines this layer as the collective unconscious. The reason why he chose the word collective is that this layer has universal characteristics rather than individual. While the reflections of the personal unconscious emerge in dreams, the features of the collective unconscious reveal in myths, legends, and tales through archetypes.
“Tabloid Tales” invites us to understand ourselves through the archetypal motifs and symbols used in the tales we are all familiar with. In the works that scrutinize pathological elements in tales, it seeks to explore the dark aspects of our collective self through disturbing, limit-experiences. Our reactions when things go wrong often provide the most accurate references to our personality. These reactions are impulsive and likely reflect similar behaviors exhibited by our ancestors in the moments of fear.
Klein3 emphasized that the concept of evil arises from the “Death Instinct” and said that people may have a tendency towards malevolence in the face of any external threat. According to Klein, human beings’ fundamental conflict arises from oscillating between emotions such as love and hate, compassion and destruction. Moreover, Klein’s assertion that evil and sadistic feelings are inside everyone shows us the underlying impulse even seemingly good characters in tales do evil to others.
Ursula K. Le Guin4, on the other hand, states that evil in fairy tales does not appear diametrically opposed to goodness, but is inextricably intertwined with it. “In the fairy tale, though there is no “right” and “wrong,” there is a different standard, which is perhaps best called “appropriateness.” Under no conditions can we say that it is morally right and ethically virtuous to push an old lady into a baking oven. But, under the conditions of fairy tale, in the language of the archetypes, we can say with perfect conviction that it may be appropriate to do so. Because, in those terms, the witch is not an old lady, nor is Gretel a little girl. Both are psychic factors, elements of the complex soul. Gretel is the archaic child-soul, innocent, defenseless; the witch is the archaic crone, the possessor and destroyer, the mother who feeds you cookies and who must be destroyed before she eats you like a cookie, so that you can grow up and be a mother too.”
A generation that knows fairy tale heroes, which are products of oral culture such as legends and myths, from refined picture books, Disney’s cartoons, toys of heroes, and even Hollywood cinema, may fall into the illusion that fairy tales are just a magical, happy and sparkling world; but tales also have a dark, terrifying, fearful side that brings to light our deepest anxieties.
The creation process of the works we brought together at Labirent Sanat under the title “Tabloid Tales” begins with Serhat Akavcı’s discovery and questioning of the dangerous, uncanny land of tales. “Why did the little match girl die?” It did not
The creation process of the works we brought together at Labirent Sanat under the title “Tabloid Tales” begins with Serhat Akavcı’s discovery and questioning of the dangerous, uncanny land of tales. “Why did the little match girl die?” It did not
and could not remain a question phrase coming from the lips of a person who read/listened to the tale. Perhaps one of the biggest flaws of contemporary humanity is indifference: to violence, injustice, poverty, every form of inequality, all kinds of discrimination... The thinking and questioning process that underlies the exhibition is initiated by the tragic hypothermia death of The Little Match Girl one winter evening on a crowded street, as she tried to warm herself by igniting the matches she had to sell, amidst indifferent gazes. Our indifference, unfortunately, makes possible to encounter the “Little Match Girl” on today’s streets.
Although it is emphasized that tales always talk about extraordinary events that happen to unreal people and living things in an uncertain time and place, it is not impossible to draw parallels with life. The sense of reality in Shakespeare’s A Midsummer Night’s Dream with the expression “But all the story of the night told over, and all their minds transfigured so together, more witnesseth than fancy’s images and grows to something of great constancy, but, howsoever, strange and admirable”5 has also been a source of inspiration for the creation of Serhat Akavcı’s works.
“Tabloid Tales” exhibition takes its form based on the book that the Grimm Brothers published well-known tales such as Hansel and Gretel, Little Snow White, The Little Match Girl, Rapunzel, All-Kinds-of-Fur, Little Red Cap, and Cinderella, collected from storytellers in the first half of the 19th century, complete with footnotes containing all layers of the narrative and relatively more original variations. The reason for this choice was to capture the traces of changes and transformations observed in tales over the years, reflect them in the exhibited works, and offer the audience a layered reading and comparison opportunity between the times when these tales were narrated.
The exhibition takes its name from the contextual similarity between the contents we read in tabloids and the pathological elements in tales. While the uncertainty of time and place, supernatural powers, appearances of characters, the omission of physical details of heroes within the narrative, and many elements such as magic and enchantment may create a sense of disconnect from real life in tales, the inevitable source that nourishes the storyteller’s imagination is rooted in this world, compelling us to establish connections at some point.